Savaş ve Tarih

Uluslararası İlişkilerdeki Savaş İncelemelerinde

“Tarih”in Metodolojik araç olarak Kullanımına bir Bakış

Doğu-Batı Dergisi, 2003, No. 24, ss. 83-104.

Le mort saisit le vif.  (Ölü olan canlı olanı ele geçirir.)

Bir Fransız özdeyişi.

Dünya politikasında savaş, ender rastlanan bir olaydır,

ancak her zaman bizimle birliktedir.”

D.S. Geller ve J.D. Singer, Nations at War adlı yapıttan.

Giriş

Tarihsel bir olguyu nasıl tanımlayabiliriz? Savaş, tarihsel anlamda bir olgu mudur, yoksa kendi özellikleri içersinde, salt bir olay mıdır? Tarih ya da tarihe dayanan yöntemler, savaş gibi uluslararası çaptaki olay ya da olguların anlaşılması ve açıklanması için nasıl bir analiz aracı olarak değerlendirilebilir? Tarih ile bilimin ortaklığı, savaş gibi bir temada nasıl yorumlanabilir? Her ne kadar tarih ile bilim tam olarak karşılaştırılamaz ve uzlaştırılmaz gibi görünseler bile, aralarındaki metodolojik farklılıklar buna engel olarak yorumlanabilir. Bilimin, bulgularını genel olana yaymak yoluyla evrenselleştirmeye çalışması ve kesinliği salt kılmak amacıyla pozitivist yapısını mantık olarak ileri sunması, tarihin, olayların ve olguların tekliğinden yola çıkarak genellemeci yorumlara ulaşma amacı karşısında çatışıyormuş gibi algılanabilir. Tarihteki tekil olan ile genel olan arasındaki süreçleri inceleme tutkusu, olguların yorumlanması düzleminde birçok tartışmayı da birlikteliğinde getirmektedir.

Uluslararası ilişkiler disiplini, İkinci Dünya Savaşı sonrasında bilimsel özerkliğine kavuşmak yolunda önemli adımlar atmıştır. Disiplinin kavramsallaştırma çalışmalarında ve teorik ve ampirik çözümlemelerinde, uluslararası incelemelerin belirli bir yöntem çeşitliliği düzeyine kavuşmuş olması, realist ve davranışsalcı okullar arasındaki çekişmenin sonuçları arasında sayılabilir. Uzmanlaşma alanlarına yönelik olarak teorik önermelerin ve kavramsal çalışmaların çeşitlendirilmesi ve öngörü amaçlı perspektiflerin oluşturulması söz konusu olduğundan, savaş gibi geniş kapsamlı bir temada farklı analiz çalışmalarını görmek doğaldır. Ancak şu özel noktada vurgulama yapmamız gerekiyor; savaş, uluslarararası ilişkiler disiplininin, ampirik verilerin ışığında bile olsa, ortaya çıkışını sağlayan temaların başında gelmektedir. Nitekim eski çağlarda toplumlar/halklar arasındaki ilk ilişki/etkileşim modellerinin başında yer alan savaş ve barış gerçeklikleri, her zaman tarihin akışını yönlendiren ve evrelendiren (ya da döngüsel kılan) olaylar olarak sunulagelmiştir. (Arıboğan, 1998)

Öte yandan, uluslararası ilişkiler disiplininde savaşın nedenlerinin neler olduğu, hangi yöntemin analiz açısından genel anlamda kabul görebileceği üzerinde tam bir uzlaşma bulunmamaktadır; savaş gibi kapsam olarak hem karmaşık, hem de farklı bir konuda teorik açıdan nasıl genelleştirilebilir ya da öznelleştirilebilir konularında ortak çalışmalar pek bulunmamaktadır. Bu yüzden, savaş etüdlerine yönelik teorik, metodolojik ve epistemolojik perspektiflerin çeşitliliği, konunun teknik açıklamalarındaki uzlaşı sorunu daha da zorlaştırmaktadır.

İlk aşamada, savaşın oldukça karmaşık bir konu olduğunu kabul ederek çalışmamıza başlayabiliriz, çünkü tek bir nedensellik zinciri içersinde açıklanabilirliği olanaklı değildir. Örneğin, Grotius’a baktığımızda, kendisinin savaşı kendi çağının koşulları içersinde vuku bulan tarihsel bir olay olarak değil, varolan sistem gerçekliklerinin kurumsal bir açılımı olarak nitelediğini görüyoruz. Birçok düşünüre göre savaş, tarihin (daha doğrusu “zaman”ın), inanç değerlerinin, resmi ve gayriresmi kurallar bütünün ve özel bir zaman diliminin gelenekselleşmiş bir ürünüdür. Bu çerçevede değerlendirildiğinde, savaş toplumsal bir kurgulama olarak karşımıza çıkmaktadır. Gerçekçilik (realizm) söyleminin en önde gelen savaş kuramcılarından Clausewitz, bu kurgulamayı amaç ve sonuç olarak siyasal açıdan tanımlar: “Savaş, siyasetin başka araçlarla devamıdır” ve “Savaş rakiplerimizi kendi arzularımızı yerine getirmeye zorlamak amacıyla girişilen bir şiddet eylemidir.” Uluslararası ilişkiler teorilerinin önde gelen okullarından İngiliz Okulu’nun temsilcilerinden Hedley Bull ise, savaşın akademik çevrelerde geniş kabul gören teorik tanımlamasını şöyle yapmaktadır: “Savaş, siyasal birimlerinin birbirlerine karşı gerçekleştirdikleri (yürüttükleri) örgütlü bir şiddet eylemidir.” (Bull, 1977; s.184) Birçok uluslararası ilişkiler kuramcısı, Bull’un bu tanımındaki ayrıntıları ayrıştırarak savaşın kavramsal derinleştirmesi çabasına girişirler; şiddet olgusundan yola çıkarak, bunun “örgütlü” biçimini ele alırken, temel aktör sorununu da “siyasal birimler” olarak egemen ve meşru aktörlerle aşmayı uygun bulurlar. Öte yandan von Clausewitz’den günümüze dek tüm kuramcı yazarların hemfikir oldukları bir tanımlamayla karşı karşıya kalmaktayız: Savaş bir şiddet eylemidir.

I. Savaşa yönelik bakış açısı sorgulamaları

Uluslararası ilişkiler disiplininin merkezi temalarından olan savaşın açık bir tanımlanmasına yönelik birçok çalışma bulunmaktadır. Bunların hepsinde de, savaş, nitelik ve nicelik açılarından farklı tanımlamalara tabi tutulmuştur. Bu çalışmamızda, belirli bir tanımlamanın üzerinde tartışma oluşturmak amacımız olmadığından, bu konunun daha farklı bir boyutuna değinmek istiyoruz; çünkü bu boyut çerçevesinde savaşa bakış açılarının derinliğini ve çeşitliliğini algılamamız daha kolay olacak ve buna bağlı olarak da, tarih-savaş etüdleri arasındaki ilişkiye dayalı sorunsalımızın tartışılması olanaklı olacaktır.

Savaş teması, uluslararası ilişkiler çalışmalarında en temel konuların başında gelmektedir, çünkü disiplinin inceleme konuları çoğunlukla güç savaşımları, çatışmalar ve diplomatik görüşmeler üzerinde yoğunlaşmaktadır. Halbuki tarih çalışmaları daha çok insanoğlunun zaman içinde yaşadığı acıları ve şiddeti incelerken, uluslararası sistem içerisindeki genel değer yargılarının oluşumunu ve gelişimini anlamaya çalışır. Tarih hiçbir biçimde şiddetin varlığını eleştirmez, yalnızca varolan durumu ifade etme sorumluluğundadır. Uluslararası ilişkiler disiplinin bu noktadaki ana sorunsalı olan savaşı çözümlemek ve insanoğlunun acılarını niceliğe ve niteliğe dayanan yöntemlerle irdeleyerek barışa giden yolu aramaya çalışmaktır. Bu noktada şu hususu iyi belirtmekte fayda var; barış ne yazık ki hiçbir zaman uluslararası ilişkiler kuramcılarının ana teması olamamıştır, çünkü uluslararası sistemdeki “değişim” arayışı, çoğu zaman “devamlılık” mantığına ters düşmüş ve etkisiz kalmıştır.

Modern devletler sisteminin ortaya çıkmasıyla birlikte, savaş sistemin ayrılmaz bir parçası olmuştur. Bu aşamada uluslararası düzeydeki savaşları iç savaşlardan, devletlerarası savaşları emperyal/sömürge savaşlarından ayırmak gerekmektedir. Özellikle Soğuk Savaş sonrasında büyük güçler arasındaki savaşların nicel olarak azalması, Avrupa merkeziyetçi incelemelerin yoğun kaybetmesine ve farklı terminolojilerin kullanılmasına yol açmıştır: Kimlik savaşları, düşük yoğunluktaki savaşlar, vs. (Holsti, 1996)

Uluslararası ilişkilerin teorik çalışmalarında “savaş tipolojileri”nin ortaya çıkarılması aşamasında iki farklı yaklaşımın benimsendiği gözlenmektedir. Bunlardan ilki, savaşı zaman ve mekân çerçevesi dikkate alınmadan incelemeye çalışan, genelleştirici (nomothetic) ve davranışsalcı bakış açısıdır; ikincisi ise, savaşın hangi koşullarda oluştuğunu özel zaman ve mekân şartlarında (tarihsel değerlendirme kriterleri çerçevesinde) ele alan, öznelleştirici bir yaklaşımdır. Birinci yaklaşım, savaşı evrensel, ancak içsel dinamikleri itibariyle çeşitlendirilmeye müsait bir olgu ya da görüngü olarak tanımlarken, bunun ortaya çıkış ve tekerrür sürecini kantitatif ve empirik yollarla desteklemeyi amaçlamaktadır.

Birçok davranışsalcı yaklaşım, kendi tipolojilerini savaşa katılan tarafların sayılarından çok yapısal özelliklerine dayandırmaktadır; nitekim COW (Correlates of War – Savaş Korelasyonları) Projesi bu açıdan bakıldığında, devletlerarası savaşlar ile sistemdışı savaşlar gibi ayırımlarda bulunarak farkını ortaya koymaktadır.

Genelleştirici yorumlama açılarına en büyük eleştiri, tarihsel argümanların yöntem olarak dışlanması saptamasıdır. Birçok pozitivist açıklamada olduğu gibi, savaşların tarihten gelen bir süreç olarak analizi yapılmadan aynı değişkenlerin bir araya gelmesinin sonuçları gibi değerlendirilmeleri hatalı sonuçlar doğurabilmektedir. Nitekim Modelski, Organski, Kugler, Gilpin gibi teorisyenlere göre, tarihsel açıklama perspektifi, savaşın doğal ve periyodik bir olgu olarak ele alınması sonucunu doğurmaktadır; halbuki Richardson ve onu izleyen, savaşın ve barışın oluşum şartları üzerine çalışan davranışsalcı araştırmacılar, barışın savaşın önlenebildiği noktada gerçekleştiğini, dolayısıyla barışın olgusallığı üzerinde durmaktadırlar.

Savaşın, aktör, etkileşim, zaman ve kurum gibi ele alındığı ve kavramsal düzlemde tartışıldığı bir yapıtı bu çalışmamızın ana çıkış noktası olarak almak arzusundayız. Savaş incelemelerine yönelik “War Puzzle” (Savaş Bulmacası) başlıklı başarılı çalışmasında, J. Vasquez, tanımlama olarak daha çok realistlerin anarşik sistem/yapı yaklaşımlarını kullanarak H. Bull’un kuramsal açıklamalarını geliştirmeyi ve tartışmayı uygun bulmaktadır. Grotius’ten 19. Yüzyıl sonuna kadar etkin olan siyasal düşünürlerin farklı önermeleri ve özellikle de insan doğasına yönelik değerlendirmeleri söz konusudur; ancak H. Bull’da gördüğümüz ve yukarıda içeriğini sunduğumuz teknik tanımlama çabası, uluslararası ilişkiler disiplinin aradığı kavramsallaştırma çerçevesine daha uygun görünmekte ve kantitatif ve ampirik yöntemleri uygulamaya kararlı davranışsalcılar için kabul edilebilir bir çıkış noktası olarak sunulmaktadır.

Öte yandan, Vasquez konuya ilişkin analizlerini derinleştirmek amacıyla beş kuramsal önermede bulunmaktadır; bu önermelere bakıldığında, savaşa farklı bakış açılarını bulmamız olasıdır: Aktörün tekil değerlendirme düzeyi; zaman faktörü; karşılıklı etkileşim açıklaması; karar alma yaklaşımı; olgusalcılık-görüngüselcilik. (Vasquez, 1997)

  1. Savaş öğrenilen bir olgudur. Savaş, insanların birbirleriyle mücadele ederek edindikleri derslerin/öğretilerin bir bütünü olarak değerlendirilebilir. Bu aynı zamanda, yaşamda kalabilmek ve beka sorununu çözebilmek için geliştirilmiş bir davranış biçimi olarak da tanımlanabilir. Bu açılardan bakıldığında, ahlaki ve normatif değerlendirmeler nedeniyle, savaşın her ne kadar siyasal anlaşmazlıklara yönelik ilk çözüm önerisi olarak algılanmamış olduğu tarihsel kaynaklarca kanıtlansa da, özellikle siyasal girişimlerin (diplomatik yöntemlerin) başarısızlığa uğradığı noktada devreye girmektedir. Bu bakış açısında, savaş, aktörün tek başına/tek taraflı olarak yaptığı/yaşadığı bir değerlendirme aşaması olarak ele alınabilir.
  1. Savaş uzun bir sürecin sonucudur. Bu açıdan bakıldığında, Vasquez’e göre savaş hali, iki siyasal birim arasında gelişen, kendine özgü tarihsel nedenleri ve gerekçeleri bulunan ve karşılıklı etkileşimin yapısını doğrudan etkileyen bir ilişki modeli olarak agılanmaktadır. Dolayısıyla, savaş durumunun, belirli bir etkileşim sürecinin bir parçası olduğu noktasından hareketle, bunun anlık bir gelişme olmadığı, dolayısıyla zamansal olarak açıklanması/gerekçelendirilmesi gereken bir olgu olduğu değerlendirmesi yapılabilir.
  1. Savaş, sadece sistemik koşulların bir sonucu değil, aynı zamanda bir etkileşim ürünüdür. Bu noktada, savaşın devletlerin dış politika uygulamalarının bir sonucu olarak yorumlamak olasıdır. Diplomatik girişimlerin çok şiddetli sorunları çözmekte yetersiz kaldığı noktada savaş, çatışmacı eyleme kayma eğilimleri ile psikolojik husumet düzeylerinin arttığı aşamada patlak verebilir; bu gelişme, aynı zamanda iki ya da daha fazla ülke arasındaki çatışmacı bir ortama müsait ilişkinin de ürünü olarak değerlendirilebilir. Dolayısıyla, savaşı çözümleyebilmek için, böyle bir ilişkiyi ortaya çıkaran nedensel dinamikleri de ortaya çıkarmak gerekir.
  1. Savaş, bir siyasal karar alma yöntemidir. Clausewitz tarzı bir bakış açısı, bu noktada savaşın ardındaki amacın siyasal niteliğini vurgulamaktadır. Güç, bazı sorunları çözmek için başka araçların yerine kullanılabilir ve tercih edilebilir. Dolayısıyla, bir kurum olarak, savaş küresel sistem içersinde geliştirilmiş ve tek taraflı olma olasılığı yüksek bir kuvvet kullanma biçimi olarak sunulmaktadır; dolayısıyla basit bir şiddet eylemi olmaktan çok karar alma mekanizmasının işlediği, stratejik nitelikte bir girişimdir.
  1. Savaş, çok nedenli bir olgudur (görüngüdür). Savaşı doğuran birçok etken ve gerekçe bulunmaktadır, ancak görüngü düzeyinde savaşın tek bir nedene bağlı olarak açıklanamaması, koşulların çokluğuyla ilgilidir. Dolayısıyla bu koşul çeşitliliğinin ve çokluğunun sorgulanması, analiz sürecinin karmaşıklığı sorununu da doğurabilir.

Savaşı farklı bakış açılarından sorgularken, bunu incelemek için devreye soktuğumuz yöntemsel araçların arasında tarih önemli bir yer tutmaktadır; tüm bu sorgulamalarda tarihin, yöntemsel açıdan araçsallaştırılması farklı amaçlara hizmet edebilmektedir. Nitekim bu çalışmamızın amacı, tarihin yöntemsel çözümleme aracı olarak kullanılmasındaki farklılıklara değinmek ve uluslararası ilişkilerde kuramsal akımların kendi yöntem araçlarını belirlerken kavramsallaştırma tercihlerinden kopamadıklarını irdelemektir.

II. Savaşı incelerken yöntem tartışması: Tarih ve uluslararası ilişkiler disiplinleri arasındaki etkileşim

Uluslararası ilişkiler disiplini, uzun bir süre siyasal tarihin ya da diplomasi tarihinin içersinde değerlendirilen bir alt-kategori olarak ele alınmış ve bu nedenle tarih ile uluslararası politika birbirlerinden ayrılmaz ve tamamlayıcı parçalar olarak değerlendirilmiştir. Tarihi politikadan bağımsız düşünmek olanaklı olmadığı gibi, uluslararası politikayı da tarihsel süreçten ayrıştırarak çözümlemek olanaksızdır. Bu açıdan, tarih kaçınılmaz olarak her türlü bilimsel araştırmada temel veri olarak kabul edilmekte ve tarihin genel akışı kadar spesifik tarihsel olaylar da araştırmalarda belirleyici rol üstlenmektedir.

Tarih ve uluslararası ilişkiler disiplinleri, devletin ve siyasal iktidarın evrimini, dönüşümünü öncelikli olarak ele alırlar; bunları temel aktörler olarak dış politikadaki davranışlarıyla izlerler.  Bu açılardan tarihçi taraf tutabilir mi? Kendisini sistem gerçeklerinden ne kadar soyutlayıp nesnelleştirebilir? Elindeki veriler ışığında anlatımı yapmak durumundadır. Bir çalışmasında E.H. Carr şu cümleleriyle vurgulama yapma gereksinimdedir: “Tarihçi, olayların ne sadık bir kölesidir, ne de zalim bir sahibidir” ve “Tarih, tarihçiyle onun olayları arasında sürekli bir etkileşim sürecidir, bugün ile geçmiş arasından gidip gelen sonsuz bir diyalog biçimidir” (Carr, 1964)

Gramsci’ye göre tarih, insanoğlunun toplum içersindeki yaşantısını ve savaşımını inceleyen bir disiplindir, ancak inceleme alanı olabildiğince tüm uygarlıkları ve dünyadaki bütün insanları içermelidir. Bu bakış açısı, Avrupa merkeziyetçiliğe dayanan ve klasik anlamdaki güç ilişkileri modellerine değinen yaklaşımlara karşı bir eleştiridir. Gramsci’nin yaklaşımında tarihçinin görevinin sorgulaması, daha çok evrensel bilim anlayışının sorumluluğuyla örtüşür. Halbuki birçok tarihbilimci, S. Johnson’un da üzerinde ısrarla durduğu gibi, tarihçinin görevini olayları belirli bir “hareketsizlik” çerçevesinde açıklamak ve bunların dikkatli bir biçimde anlaşılması ve algılanması için fazla yaratıcılık ve kurgusalcılıktan sakınmak olarak nitelemektedirler. Ranke okulu ise, bu çerçevede daha ileri giderek tarihteki sürecin “ilahi bir el” tarafından yönlendirildiğini, dolayısıyla siyasal süreçler ile kurumların gelişimi biçimlendiren asıl unsurun yazgısallıkla desteklenmiş “ulusal ruh”un olduğundan yana tavır benimsemektedir.(Ranke, 1973) Ranke ve Bossuet gibi yazgısalcı akımlar, “rastlantı”nın mantıksal açıklamasını yapamadıkları gibi, her türlü oluşumun insanoğlunun doğasından kaynaklandığını ve dolayısıyla da bunun genelleştirilmesinin olanaklı olmadığını vurgulamaktadırlar. Spengler ve Toynbee gibi morfolojik eğilimdeki yazarlar ise, tarihin döngüselliğini doğal görüngülerle karşılaştırırlarken uygarlıkların temel aktör olarak belirleyiciliğinden yola çıkmaktadırlar; nitekim uygarlıkların evrenselleşmeye karşı savaşımları, birbirleriyle olan rekâbetlerine yansımakta ve tarih içindeki büyük oluşumun (ya da evrimin) açıklamasını getirmektedir. Tarihi öznelleştirici bakış açısıyla fazla betimlemeci olarak tanımlayan sosyal bilim eğilimli yazarlar ve araştırmacılar, toplumsal olguların yinelenebilirliği düşüncesini tartışmaktadırlar; tarihçilerin genel olarak karşısında yer aldıkları tekerrür mantığı, pozitivist yaklaşımlarda belirli yöntemlerle olanaklı kılınabilir.(Goldthorpe, 1991)

Farklı çıkış noktalarından yola çıkıldığında, tarihin yöntem olarak kullanılması da farklı amaçlara hizmet edebilir görünmektedir. Nitekim bu açıdan bakıldığında, uluslararası ilişkiler disiplinindeki farklı kuramsal akımlar tarihi bu amaçsal yönelim açısından başarılı biçimde kullanmaktadırlar. Geçmişi anlayıp büyük uygarlıkların egemenlik dönüşümleri ve savaşımlarıyla sistemi açıklamakla yetinen (Toynbee, 1996) ve (Avrupa merkeziyetçi yaklaşımla) büyük güçler politikalarının geçerliliğini ve mutlaklığını tarihsel araçlarla kuramsallaştıran gerçekçi (realist) ve yeni gerçekçi (neo-realist) okulların yanı sıra, geçmişi ve bugünü irdeleyerek nicelleştirme çabasına girişen ve tarihi veri olarak değerlendirmek yoluna giden bilimselci okulun (scientific school) çevresinde toplanmış çeşitli akımlar ve kuramcılar söz konusudur. Tarihin nicel ve nitel olarak veriselleştirilmesi, bilgileri, yorumsallaştırmanın öznel etkilerden arındırmak için önemli bir araçtır; öte yandan farklı deneklerin de yardımıyla karşılaştırmalı yöntemlerin devreye sokulması, bilimselciliğin evrensellik arayışı açısından yaşamsal bir anlam taşır; kimi yazarlara göre tarih, bu karşılaştırma yönteminin zorluğunun aşılmasında belgesel anlamında çok büyük katkı yapabilmektedir. (Lustick, 1996, p.605) Öznel olanın birçok deneklerle karşılaştırılarak genelleştirilmeye çalışılması ya da belirli süreçler çerçevesinde kategorileştirilmesi, daha sonraki aşamalarda farklı örneklerin ya da potansiyel sorgulamaların bu genel/kategorik değerlendirmeye göre test edilmesi (ampirik açıdan değerlendirme) ya da genel/kategorik olarak tanımlananın işlevselliği ve doğrusallığı açısından önemlidir.(Holsti, 1995) Bilimsel okula sempatiyle bakan kuramcıların kuşkuculuğu, bu teorik perspektife uygunlukla anlam kazanmaktadır. İşte bu noktadan bakıldığında, tarih sadece bir veri olarak değerlendirilmeli ve olasılıkların saptanmasında görev üstlenmelidir; dolayısıyla tarihin yorumlama amacıyla kullanılması, bu analiz sürecini baltalayacaktır. Nitekim yöntem araçlarının bilimsel kaygılara göre görevlerinin sınırlandırılması, her an öznelliğe kayabilecek “insan faktörü”nün de müdahalesini en aza indirgeyecek ve sonuç analizleri açısından daha nesnel sorgulamaların yapılmasına olanak tanıyacaktır.

Sosyal bilimlerin temel sorunsalı, kendi çevresinin bir ürünü olarak insanoğlunun bunu nasıl değiştirmeye müktedir olduğunu tartışmasıdır. Bilimselcilik, tarihteki nesnellik arayışını ve ılımlı kuşkuculuğu elden bırakmazken, “yaşanılan”ı somutlaştırarak, farklı çözümleme düzeylerinde irdeleyerek ve zaman ve mekan koşulları çerçevesinde karşılaştırarak kavramsallaştırma sürecini tamamlama çabasındadır. Nitekim uluslararası ilişkiler disiplininin “bilimselci okulu” olan davranışsalcılar, tüm bu yöntemleri karmaşık bir yapı içersinde öğüterek kendilerine özgü bir veri tabanı oluşturma yoluna gitmiştir.

Davranışsalcı terminolojide zamanın değişken olarak ele alınması çabası, pozitivist bakış açılarının ürünü olarak değerlendirilebilir. Tarihsel olayları ve olguları, ampirik veri ya da kanıt olarak değerlendirmek ve bu çerçevede kavramsallaştırma ya da test etmek amacıyla kullanma (verification) çalışmalarında bulunmak, uluslararası ilişkiler kuramlarında sıklıkla rastladığımız yöntemlerdir. Nitekim ampirisizm, davranışsalcı düşünce çerçevesinde, nedensellik mantığını güçlendiren bir araç olarak değerlendirilmektedir.

Bilimsel okulun disipline en önemli katkılarından olan uluslararası olguların analiz yönteminin (ya da genel olarak bilinen adıyla Singer metodolojisinin) temeli şu üç inceleme düzeyine dayanır: a) [olanı] Betimleme/saptama; b) [nedenselliği] Açıklama; c) [olabilecekleri] Öngörme. Bu açılımlar çerçevesinde metod sorunu, genel/soyut (tümdengelimci) ile öznel/somut (tümevarımcı/olasılıklara açık) arasında kendisini daha belirgin göstermektedir. Her ne kadar yöntemin açıklama ve öngörme aşamaları, doğrudan tümevarımcı bakış açılarını besler gibi görünse de, tümdengelimcilerin de esnek anlamda kullanmayı tercih ettikleri aşamalar olmuştur.(Geller ve Singer, 1998) İşte bu noktada, tümevarımcı ve tümdengelimci okullar arasındaki yöntem tartışması, uluslararası ilişkilerde “ikinci paradigma tartışması” olarak bilinen ve ellili yıllarda gerçekçilik okulu ile davranışsalcılar arasında gelişen polemiğin ana teması olmuştur. Çalışmamız bu çerçevede söz konusu paradigma tartışmasının ana hatlarını sunmaktan kaçınarak, tarihin yöntem aracı olarak kullanımı üzerinde durmak istemektedir.

Tarihçilerle sosyal bilimciler arasındaki yöntem farklılığı, öznele dayalı anlatım temelli (narrative-based) açıklamalar ile genelleştirmeye açık, kuramsallaştırma (theory-based) çabasındaki yaklaşımlar olarak özetlenebilir. Olayların hem “teklik” özelliği, hem de “karmaşık içeriği”, tarihçiyi bugünden daha çok düne yaklaştırır. (Elman ve Elman, 1997, s. 7; Levy, 1997, s. 24) Klasik tarihsel anlayış, herbir yaşanılmış olayın özgünlüğünü ve teklik durumunu sorgular; Ranke’nin şu sözünü bu bağlamda anımsatabiliriz: “herbir varlıktaki sonsuzluk.” (Ranke, 1973, ss. 36, 38) Halbuki sosyal bilimci, toplumsal olguların genellemeci açıklamaları ya da kategorileştirilmiş tipolojiler çerçevesinde kavramsallaştırma çabasındadır ve bu da onu bir kuram modeli yaratma arayışına yönlendirir. (Bueno de Mesquita, 1996) Bir başka yaklaşıma göre, anlatıma dayalı ve kuram temelli yaklaşımlar birbirlerini tamamlayabilirler, çünkü tüm uluslararası ilişkiler kuramcıları tarihsel olayları ve çalışmaları nedensellik arayışlarına ve önermelerine destek olarak kullanmak zorundadırlar. (Ingram, 1997; Schroeder, 1997)

Öte yandan, tarihçiler ve sosyal bilimciler arasındaki bir başka farklılık noktası, öngörü yapma düşüncesi üzerinde gelişir. Tarih, sosyal bilimlerdeki tekerrür yaklaşımına karşı dururken, geleceğin değil, geçmişin rehberi olmak işlevine daha ağırlık vermektedir. (Gaddis, 1990, p. 423) Halbuki sosyal bilimler şemsiyesinin altında yer alan siyaset bilimi, öngörü yapma çabasını, olası sonuçlar ya da çıktıların denetlenmesi, güdümlenmesi amacıyla kullanmayı uygun bulmaktadır.

Ancak bu sonuçların tahmin edilmesi aşamasından önce, açıklamaların belirli nedensellik noktalarının çevresinde geliştirilmesi tercihi, uluslararası ilişkiler kuramcılarının ana sorunsalı olarak ortaya çıkmaktadır. Tarihçiler çoknedenli ya da karmaşık açıklamalarla örülü anlatımlarının aksine, uluslararası kuramlardaki kavramsallaştırma çalışmalarının daha çok teknedenselliğe eğilim gösterdikleri tartışılmaktadır. (King, Keohane&Verba, 1994, ss. 20, 30, 104-105) Bu noktada bilimsel sorgulamanın teknedenselci bakış açısıyla ne kadar örtüşebileceği yorumları, gelenekselci okullar ile bilimselci yaklaşımlar arasında çokboyutlu tartışmaları gündeme getirmektedir. İşte bu noktada bilimselci okulun savaş etüdlerine bakış açısı, farklı “küçük kuramlar”la bu teknedensellik sorununu tümevarımcı yaklaşımlarla aşmak yönünde gelişmiştir; birçok farklı teorik yaklaşım, ana savaş sorunsalına kendi tanımlamaları çerçevesinde nedensellik kazandırmaya çalışmakta ve sonuç üretme çabasına girişmektedir. Bunu yaparken bilimselciler açısından tarihin kullanılması iki açıdan olur: Veri olarak kullanma ya da süreç tanımlama çabası. Verisel kullanım daha çok nicel bir araç olarak karşımıza çıkarken, süreç tanımlama çabası tarihçilerin açıklama yöntemine bir alternatif olarak geliştirilmiş,  niteliğe ve içeriğe yönelik bir eğilimdir. (Elman ve Elman, 1997, s. 13)

Buzan ve Little’ın çalışmalarında yaptıkları yorumlamalar ışığında, uluslararası ilişkiler açısından tarihin metodolojik araç olarak kullanılması bizi şu aşağıdaki sonuçlara götürebilir (Buzan-Little, 2000):

  1. Uluslararası ilişkiler disiplini, tarihsel kaynakların ve verilerin ulaşılabilirliğine öncelik vererek çağdaş tarihe ve günümüzün sorunlarına yoğunlaşarak “Güncelciliği” (presentism) ön plana çıkarmaktadır. (K.J. Holsti, 1985, s. 131; Goldthorpe, 1991) Bunu yaparken de, nesnelleştirilebilecek anlamda geçmişi incelemek amacı ön plana çıkar; nitekim uluslararası ilişkiler disiplininde kullanılan kuramsal sorgulamaların neredeyse büyük bir bölümü, 1648 Vestfalya sonrası deneklere bu kaygılardan dolayı ağırlık vermektedirler.
  1. Tarihsizcilik (ahistoricism), hem bugünü, hem de geçmişi anlamak için genel değer yargılarına ve kurallara uygulanabilir. Pozitivizmin savunucusu sosyal bilimciler, tarihsel değişimden bağışık kuralları tanımlayabilmek için tarihsizciliği kullanmayı tercih etmektedirler. Tarihsizcilik bir yerde öznellikten de kaçış mantığı olarak karşımıza çıkmaktadır.
  1. Gerek ekonomik, gerekse stratejik avantajlarından ötürü Avrupa merkeziyetçi mantık çağdaş uluslararası sistemin temelini oluşturmaktadır. Hiç kuşku yok ki, uluslararası ilişkiler disiplini, “ötekiler”in nasıl örgütlü ilişki modellerinde bulunduklarını sorgulamakta başarısız kalarak, Avrupa (ya da Batı) merkeziyetçisi önermelerin egemenliğinde gelişmektedir.
  1. Gerçekçi ve yeni gerçekçi okulların temel önermesi her zaman için sistem içindeki “anarşi düşüncesi” olmuştur. Buzan ve Little, burada “karmaşaseverlik” (anarchophilia) terimini yaratarak, sistemdeki düzensizliği tümdengelimci olarak kullanmaya çalışan düşünce okullarının uluslararası ilişkiler disiplinindeki ağırlığına dikkat çekmek istemektedirler.
  1. Devlet-merkeziyetçi düşünce, uluslararası sistemin askeri ve siyasal temeller üzerinde kavramsallaştırılması için en önemli araçtır. Her ne kadar sistem, anarşik yapısı gereği istikrarı kalıcı anlamda kendi araçlarıyla oluşturamayınca, siyasal birimler ya da başka deyişle meşruiyet ve egemenlik avantajlarından en fazla yararlanan kurumlar olarak devletler, kendi öz varlıklarını (bekalarını) güvence altına alma arayışındadırlar.

III. Yöntem tartışmalarında tematik boyut: Tarihin savaş incelemelerinde kullanımı

Uluslararası ilişkiler kuramcılarının çoğunluğu, savaşın nicel açıdan inceleyebilmek amacıyla Bull’un tanımlamasından yola çıkarak şu çerçeveyi kabul ederler: Siyasal birimler arasındaki geniş çaplı ve örgütlü bir şiddet olgusu. (Vasquez, 1997, ss. 21-29) Ancak savaşı, diğer şiddet eylemlerinden ayırt edebilmek için COW’un benimsediği bin kişilik bir insan kaybı kriterini operasyonel bir ilke olarak ele alırlar. (Singer ve Small, 1972, ss. 37, 39) Örneğin, Singer ve Small, çalışmalarında 1816’dan Soğuk Savaşa kadar yaşanmış savaşların listesini çıkarırken, ölüm oranlarını da göz önünde bulundururar. Halbuki Wright ve Richardson ise, askeri çatışmanın herbir aşamasını farklı verilere tabi tutmak düşüncesindedir. (Wright, 1969; Small ve Singer, 1982, s. 37)  Goetz ve Diehl ise, savaşı sürekli çatışmacı eğilimi tetikleyen “rekâbet” düşüncesinin ardındaki askerileşmiş ilişki modeli olarak yorumlamaktadırlar.  Bu açıdan bakıldığında savaş, hem bir nedendir, hem de devletlerin askeri araçları ön plana çıkarmayı uygun buldukları, birbirleriyle olan anlaşmazlıklarının sürekliliğine dayalı bir rekâbet modelidir.

Uluslararası ilişkiler çalışmalarında savaş teması, hem tarihsel yorumlamaya dayalı niteliksel çalışmalarda, hem de ampirik ve nicelik ağırlıklı incelemelerde, bir seçenekler dizisi yaratma çabasındadır. COW geleneğinden gelen veri tabanları projeleri, savaşların sıklıkları ve şiddetleri ile sistem üzerindeki etkileşimi ölçme çabasına girişmişlerdir; günümüzdeki projeler, savaşları artık olmuş bitmiş olaylar olarak değil, belirli aşamalara göre gelişen ve yön değiştiren süreçler olarak algılamaktadırlar. (Vasquez, 1993) Bu aşamada savaşın dinamik bir süreç olarak tanımlanması gündeme gelmektedir. Peki tarih bu dinamik süreci nasıl ele alabilir?

İngiliz okulunun önde gelen adlarından H. Butterfield’in de vurguladığı gibi, tarih, değişen olayların ve olguların değişim sürecini irdelemektedir; tarih için, olgu, insan yaşamındaki, toplumdaki ve kurumlardaki zamana bağlı olarak gelişen değişim ile açıklanabilir. Nitekim bu değişim kavramının ardında yatan insan karakterinin özellikleri, bilimsel anlamda değişim koşullarının ve sonuçlarının sınırlarının baştan kabul edilmesini de zorunlu kılmaktadır. Bu noktada kabul edilmesi gereken en önemli gerçeklik değişimin sürekliliğidir. (Schroeder, 1997) Dolayısıyla statükocu ya da değişime karşı duran yaklaşımların tarihi kendi varlık nedenlerini açıklamak üzere kullanmaları farklı yanılsamalara yol açmaktadır.

Savaş, değişimin mi, yoksa sürekliliğin mi göstergesidir? Sistem içindeki aktörler açısından ele alındığında, kapasite dağılımından dolayı değişim ya da süreklilik algılamaları farklılaşmaktadır. Tarihin bilimselci açıklaması, insanoğlunun yaşantısındaki “düzen”i anlamak amacındadır, çünkü bu düzen yaklaşımı içersinde “devamlılık” ve “değişim” süreçleri hem çakışmakta, hem de karşılıklı etkileşim içersinde bütünleşmektedir.

Savaş temasında zaman bağımlı mı, yoksa bağımsız bir değişken midir? Tarihsel olayları ve olguları, hem bir süreç ürünü ya da çıktı olarak değerlendirmek, hem de kendi içsel dinamikleriyle nedenselliğin özerk çerçevelerde geliştiği bağımsız değişkenler olarak ele almak da olasıdır. Bu açılardan bakıldığında, yukarıdaki soruyu iki açıdan da yanıtlamamız olanaklı olmaktadır, çünkü “geri besleme” mantığına göre bağımlı değişken (ya da çıktı) tarihsel olay, belirli bir süreç içersinde bağımsız değişken (ya da girdi) olarak özerk bir etkileme süreci özelliğini kazanabilir. İşte bu aşamada tarihin savaş incelemelerinde “verisel” ve “süreçsel” olarak kullanımı özel bir anlam taşımakta ve kuramsal çalışmaların araştırma zeminlerini çeşitlendirmektedir.

Savaş etüdlerinde tarihin “zamansal veri” olarak kullanılması, hem nicel, hem de nitel yöntemlerde söz konusu olabilir; öte yandan, tarihsel kanıtların verisel değerlendirme ya da süreç tanımlama amacıyla olarak kullanılması farklı paradigma çerçevelerinde mümkündür. Salt veri olarak belirli tarihsel olayların çıkış noktaları ya da nedensellik çerçevesinde belirli aşamalar olarak değerlendirilmesi, ancak paradigmaların kavramsal tanımlama ve önermelerin çerçevesine uygun olarak gerçekleştirilebilir. Salt verilerin değerlendirmesi kapsamında, olayların birbirlerine bağlılığı ya nedensellikle açıklanma çabası yoktur. Özellikle karşılaştırmalı ve niceliğe bağlı incelemelerde verilerin bağımsız değişkenler olarak ele alınmaları mümkündür. Veriler genel değerler olarak algılandığından, doğrudan içselleştirilmeleri gerekmez, ancak analiz düzeyleri açısından farklı sonuçlar ortaya koyabilmektedir. (Singer ve Diehl, 1990, s. 5)

Öte yandan süreç tanımlama tekniği bağlamında, veriler arasındaki kronolojik bağlantı, nedenselliğin çerçevesine uygun olarak yapılabilir. Yine bu kapsamda, paradigmaların kavramlarına ve önermelerine uygun verilerin seçilmesi ve sürecin kendi içersinde anlamlı olması ve bütünlük taşıması gerekmektedir. Dolayısıyla süreç çerçevesinde birbirine bağımlı görünen, uyumlu verilerin saptanması, “açıklama” mantığına da uygundur.

IV. Tarih ve savaşın analiz düzeylerine bakış

Uluslararası ilişkiler disiplinin en başlıca konularından olan savaş olgusunun tartışılması, analiz düzeylerindeki farklı algılamalarla da önem kazanmaktadır. Işte bu noktada, tarihin metodolojik araç olarak kullanılması da farklılaşmaktadır. Bilimsel okulun K. Waltz’ın izinden giderek aktör düzeyinde savaşı farklı inceleme çerçevelerine oturttuğunu görüyoruz. Bunun incelemesine geçmeden önce söz konusu inceleme düzeyleri tartışmasına kısaca bir göz atmakta fayda var, çünkü uluslararası ilişkiler kuramcılarının büyük bir bölümü savaş etüdlerinde söz konusu analiz düzeylerinin işlevselliği konusunda mutabık kalmışlardır.

Uluslararası ilişkiler disiplininde savaş etüdlerine bağlı olarak “analiz düzeyleri” konusu ilk olarak Waltz (1959/2001) ve Singer (1961) tarafından dile getirilmişti. “Man, the State and War” başlıklı ünlü yapıtında, Waltz savaş açıklamalarını üç düzey çerçevesinde incelemeye çalışır: a) bireylerin (ya da liderlerin) savaşa neden olabilirlikleri – mikro-düzey; b) herbir devletin kendi iç yapılarındaki sorunların savaşa neden olabilirliği – devlet düzeyi; c) devletlerin bir araya geldikleri sistem yapısından kaynaklanan sorunlar ve savaşın ortaya çıkması – makro-düzey.[1] Waltz, bu çalışmasında sonuç olarak makro düzeyin etkinliğine ağırlık vererek sistem açıklamalarıyla savaşı anlatmayı ve açıklamayı tercih eder. Bunun yanı sıra Waltz’a göre, sistemin anarşik yapısı, devlet aktörleri açısından tarihin tekerrür mantığını geçerli kılmakta ve dinamik anlamda değişimin sürekliliğine yönelik olarak güvenlik politikalarına ağırlık vermelerini zorunlu kılmaktadır. Bu açıdan bakıldığında Waltz’ın yeni gerçekçi yaklaşımı, varolan devletler sisteminin anarşik yapısıyla birlikte nasıl geliştiğini açıklamak için tarihi kullanmaktan yanadır ve dolayısıyla bu perspektifte tarih hiçbir öngörüsel zemini yaratmaz, tam aksine betimlemeci doğrultuda sınırlı kalmalıdır. (Schroeder, 1994) Tarihin içindeki tekerrür saptaması ise, yalnızca uluslararası politikanın ana özelliklerinin açıklanmasıyla olasıdır. “Teorik bir kavram, ne hiçbir şeyi açıklayabilir, ne de olasılıkları öngörebilir… Üzerinde açıklamalar yapmaya çalıştığımız dünyayla her ne kadar ilintili olsa bile, bir teori her zaman söz konusu dünyanın gerçekliklerinden ayrı bir konumda kalır.” (Waltz, 1979, ss. 5-7)

Öte yandan, Singer analiz düzeyi tartışmasını, uluslararası sistem ile devlet düzeyinde yapmayı tercih etmektedir; birey düzeyindeki açıklama çabaları bilimsel okulun bakış açısı çerçevesinde karar alıcı konumu gereği devlet aktörününün içersinde kavramsallaştırılmaktadır. Daha sonraki bir yapıtında, Singer (1970) savaşa yol açan ilişki modellerini üç düzeye indirgemektedir: a) Devletlerin [içsel/ülkesel] özellikleri; b) devletler arasındaki ikili çatışmacı ilişki biçimleri (dyads); c) sistem düzeyindeki özellikler. Bu önermeler ve savaş etüdlerine yönelik çalışmalar bağlamında, Singer ve öğrencileri savaşa bağlı analiz düzeyleri değerlendirmesini şöyle yaparlar: a- Savaşa eğilimli/yatkın devletler (war-prone states) ya da devlet merkezli savaş kuramları; b- savaşa eğilimli ikili ilişkiler düzeyi (war-prone dyads) ya da ikili çatışmacı ilişkilere dair kuramlar; c- savaşa yatkın bölgeler ve sistemler (war-prone regions and systems) ya da sistem/yapı temelli savaş kuramları. (Geller ve Singer, 1998)

Savaşın nedenselliğinin analiz düzeylerine indirgenmesi, yöntem açısından tarihin araçsallığının çeşitlenmesine yol açmaktadır ve aynı zamanda da tarihin bütünsel yorumuna engel olmaktadır.

 

  1. a) Devlet merkezli savaş teorileri ve tarih

Savaşın devlet düzeyinde tanımlanması, bilimsel etüdün en az geliştiği alandır, çünkü iç savaş ve sistem içi savaş tanımlamaları, uluslararasılaşma noktasında önem kazanmaktadır. Etnik çatışmalar, ekonomik krizler, uluslaraşırı aktörlerin etkinliklerinin uluslararası çevreye yönelik etkisi, savaşın uluslararasılaşma riskini ortaya koyabilir (örnek Kosova Krizi, mali krizler, vs.) Bu tür tematik çalışmalar Midlarsky’nin Savaş İncelemeleri başlıklı elkitaplarında bireysel çalışmalar olarak ele alınmaktadır.(Midlarsky, 1996; 2000)

Savaş eğilimli devletler düzeyinde uluslararası olguların açıklanması, devletlerin dış politikada karar alma süreci açısından iç dinamiklerin tanımlanmasını gerektirir. Bu bakış açısı, benzer iç dinamiklerin bir araya gelmesinin benzer dış politika davranışlarına yol açabileceği savını sunmaktadır. Demografik ve kültürel boyutlar, iç çatışma süreçleri, güç statüleri, askeri örgütlenme düzeyi gibi kriterlerin çatışmalar ve savaşlar üzerindeki etkisinin nicel ve karşılaştırmalı analizi, birçok bağımsız değişkenin ele alınmasını zorunlu kılar ve bunlar “kapasite” olarak tanımlanır. (Geller ve Singer, 1998) COW (Correlates of War – Savaş Korelasyonları), DON (Dimensionality of nations – Ulusların Boyutsallığı), WEIS (World Events Interaction Survey – Dünya Olaylarının Etkileşimine yönelik Incelemeler), CREON (Comparative Research on the events of nations – Ulusların Olaylarına ilişkin Karşılaştırmalı Araştırma), COPDAB (Conflict and Peace Data bank – Çatışma ve Barış Veribankası) ve MID (Militarized interstate dispute – Devletlerarası Askeri Anlaşmazlıklar) gibi veri tabanları projeleri ulusal bazda periyodik verileri değerlendirmektedir. Söz konusu düzeyde elde edilen veriler daha çok karşılaştırmalı analiz yöntemleriyle değerlendirilir. DON, WEIS ve CREON veri tabanları ülkelerdeki içsel istikrar düzeyleriyle dış politika değişkenleri arasında korelasyonlar kuran modeller sunmaktadırlar. (Levy, 1996) Özel olarak CREON, WEIS, COPDAB, DON gibi veri tabanları, çok sınırlı zaman dilimlerini kullanmaktadırlar, dolayısıyla sonuç itibariyle bunlardan kısıtlı bir başarı elde edilmektedir. Bu aşamada savaş ile kapasite analizleri arasındaki etkileşim önem kazanmaktadır.

Büyük güç politikaları açısından bakıldığında, Singer ve Cussack’ın sundukları “savaş döngüsü” modeli, iktisadi, toplumsal, psikolojik ve demografik faktörlerin ulusal politikaları nasıl etkilediği ve savaşa yönelimin dönemsel gelişimini vurgulamaktadır. Burada zaman daha çok verisel olarak kullanılmaktadır.(Singer ve Cussack, 1981)

  1. b) Minimal düzeyde “ikili çatışmacı ilişkilere” dayalı yaklaşımlar ve tarih

Davranışsalcı okula bağlı çalışmalarda terminoloji türetme eğilimi farklı teknik sözcüklerin ortaya çıkmasına yol açmıştır; bunlardan bir tanesi, özellikle savaş kuramlarında sıklıkla kullanılan ikili (ya da iki taraflı) çatışma eğilimini tanımlayan “dyadic” sıfatıdır. Bu ikili düzey tanımlaması iki devlet ya da meşru nitelik taşıyan siyasal yapılar arasında gelişen çatışmacı eğilimler için geçerlidir. Bu bağlamda belirli kriterler ve önermeler ele alınmaktadır: Rakip olan aktörlerin arasındaki kapasite dengeleri, coğrafi yakınlık (territorial contiguity) sorunu, silahlanma süreci, siyasal rejimlerin niteliği ve demokratik yapıların barışla olan ilişkisi, ekonomik kalkınma düzeyleri arasındaki farklılıkların çatışma sürecine yansıtılması. Ancak bu ikili çatışma sürecinin tüm sistemi ilgilendirmesi söz konusu olduğunda, sistem/yapı düzeyindeki bir çözümleme çabası zorunlu olmaktadır.

İkili çatışma düzeyine dayalı model oluşturma çabaları, savaşın bilimsel etüdü alanında en çok meyva veren araştırmalar olmuştur, çünkü kümülatif veri toplama tekniği çok kullanıldığından ikili ilişkilere dayalı araştırmalar çok büyük zenginlik sunmaktadır. Savaş incelemelerine bağlı olarak yapılan çalışmalarda dünya politikası çerçevesinde incelenmiş savaş vakaları açısından ikili çatışma süreçleri en büyük paydayı sunmaktadır; Vasquez’in yapıtında da vurgulandığı üzere, 1648 sonrası süreçte savaş vakalarının üçte ikisine yakın bölümü ikili çatışmacı ilişkilere dayanmaktadır; bu da bazı açılardan gerekçelendirilebilir: Topraksal yakınlık, sürekli rekâbet olgusu (Süregelen Rekâbetler/Enduring Rivalries yaklaşımı – Diehl ve Goetz), silahlanma yarışı (Wallace’ın “Arms Race” yaklaşımı), siyasal rejimlerin farklılığı (Demokratik Barış/Democratic Peace Teorisi), kapasite dağılımındaki farklılıklar (Güç Geçişleri/Power Transitions Teorisi), bağlaşıklık arayışları (Levy, Singer ve Small’ın Bağlaşıklıklar / Alliances Yaklaşımı). Tüm bu kuramsal yaklaşımları iki kategoride ele almak olanaklıdır: güce (ya da kapasite dağılımına – power-based dyads) dayalı açıklama modeli ile ilişki biçimine dayalı (relationship-based explanations) açıklama modeli. Güce dayalı açıklamalar daha çok kapasite dağılımına bağlı olarak tanımlanmakta ve hiyerarşik olarak güç farklılıklarının uluslararası aktörler arasındaki etki derecelerine etkisini tartışmaktadır; öte yandan ilişki biçimleri ise, coğrafi yakınlıklar, bağlaşıklık modelleri, rejim farklılıkları, silahlanma düzeyleri gibi çatışmalara yol açabilecek sorunları gündeme getirmektedir.

Kapasite dağılımına bağlı “ikili çatışmacı” yaklaşımlarında Organski’nin “güç geçişleri” teorisi ile karşılaşmaktayız. Bu noktada tarihin kullanımı daha çok süreç tanımlama çerçevesinde gerçekleşmektedir, çünkü iki rakip güç arasındaki “tatmin düzeylerinin gelişimi” sorunsalı ancak belirli bir süreç bağlamında tanımlanabilmekte ve iki tarafın da güçlerinin birbirlerine orantılı olarak rekâbetiyle ilişkilendirilmektedir.(Tammen ve diğ., 2000) Diğer teorik yaklaşımlar ise, tamamen “ilişkiler” düzeyinde tanımlandıklarından hem verisel değerlendirme, hem de süreç tanımlama yöntemleriyle ele alınabilmektedir. Örneğin, “Demokratik Barış” yaklaşımıyla  “Süregelen Rekâbetler” teorisinde tarihin kullanımı açısından daha çok verisel değerlendirmeler ön plana çıkmaktadır; bunun yanı sıra genelleme amacıyla karşılaştırmalı yöntem çok sık olarak uygulanmaktadır. (Midlarsky, 2000)

 

  1. c) Yapı/sistem temelli savaş yaklaşımları ve tarihsel çözümleme

Birçok kuramcının dile getirdiği gibi, uluslararası sistem düzeyindeki açıklamalar devletlerarası ilişkilerde en kapsamlı yanıtları bizlere sunmaktadır. Gerçekçi (ya da klasik) gelenekten gelen yazarların neredeyse tamamı, bu eksende yer almaktadır. Thucydides, Makyavel, Hobbes ile klasik gün dengesi teorisyenleri (Niebuhr, Morgenthau, Kennan, Aron), gerçekçiliğin en önde gelen sözcüleri arasında yer alarak savaş gerçekliğini sadece bir sistem olgusu olarak tanımlamayı tercih etmektedirler. Bu çerçevede sistem içindeki meşru aktörlerin güçlerini kendi kapasiteleriyle orantılı olarak tanımlamaları, dolayısıyla savaş ile kapasite dağılımı arasındaki ilişkinin tekerrür mantığına göre işlediğine yönelik önermeler üzerinde yoğunlaşmalarına yol açar. (Holsti, 1991, p. 158, 171-172) Tüm bu kuramları, “güce dayalı savaş perspektifleri” olarak değerlendirmemiz olanaklıdır.

Öte yandan Waltz ile hegemonik istikrar kuramını savunan yeni gerçekçi (yapısalcı gerçekçi) yazarlar (Gilpin, 1999), uluslararası sistemin yapısı ile aktörler arasındaki ilişkileri irdelemektedirler. Çoğunun da varmak istedikleri nokta ortaktır: Temel meşru aktörler olarak egemen devletler, belirli bir rasyonellik içersinde kendi güçlerini ve refahlarını geliştirmek amacıyla kendi güvenliklerini sorunsallaştırmayı ön plana çıkarırken, uluslarüstü bir yapının olmaması nedeniyle uluslararası sistemdeki çatışmacı süreçten gelebilecek tüm avantajları girdi olarak kullanmalıdırlar. İşte savaş, bu noktada Clausewitz mantığına uygun olarak siyasallaştırılabilecek bir araçtır ve sistem içindeki kazanımları arttırabilecek bir zemin sağlar meşru aktörler için. Bull’un Anarchical Society yapıtında da tarih, sistem ile aktör arasındaki ilişkiyi bağlamak açısındançok güzel bir inceleme aracı olarak kullanılmaktadır, ancak buradaki yöntem tamamen kronolojik olduğundan bunun verisel ya da nicel değerlendirmesinden çok yorumlanması öncelik taşımaktadır. Tüm bu gerçekçi yazarların çalışmalarında, tarihin “kuram içermeyen” (ateorik) yorumunu aşma çabası vardır.

Tarih içersinde büyük güçlerin ortaya çıkışlarında büyük savaşların özelliği vurgulayan ve yayılmacılık düşüncesini savaşla bağdaştıran I. Wallerstein, çalışmalarını daha çok kapitalizmin tarihsel gelişimi içersindeki hegemonya ilişkileri üzerinde yoğunlaştırmaktadır. (Wallerstein, 1996, ss. 58-59) Wallerstein’ın yapısalcı görüşleri, savaşların ve güç arayışlarının döngüsel niteliğini açıklamaya çalışır

Savaşın bilimsel etüdünü savunan yazarlar, sistem düzeyi çerçevesinde kantitatif yöntemler ışığında şu kuramsal modelleri sunmaktadırlar: Uzun döngü yaklaşımı, uzun dağılım/yayılma süreçleri (long diffusion/contagion processes), kutuplaşma/bağlaşıklık modelleri. (Midlarsky, 1996 ve 2000) Kantitatif araştırmalar, bu çerçevede savaşların, çatışmaların, krizlerin ve askeri anlaşmazlıkların sıklıklarını incelemeye çalışırlar; bunu yaparlarken coğrafi anlamda çeşitlilik kazandırma, nesnelleştirme ve karşılaştırma ilkelerinin en önemli göstergesidir. Farklı coğrafi bölgelerde farklı sıklıklarda ortaya çıkmış savaşların belirli tanımlamalar çerçevesinde karşılaştırılmaları, bütünlükçü anlamda hem genel teorik çabanın oluşumuna yardımcı olacaktır, hem de teorik modellendirme denemelerinin test edilmesini kolaylaştıracaktır. Bunu yaparken, bilimsel okul araştırmacıları, coğrafi bölgelere göre özel ayrımlandırmaya gitmeyi tercih etmekte ve tanımlama çabalarını belirli bir alt ve üst sınıflandırma çerçevesine oturmaya çalışmaktadırlar. Sonuç olarak, bir süreç tanımlama çabası, sistem içersindeki ilişkileri tanımlamak için bir amaç olarak ortaya çıkmaktadır. Bu noktada verisel kullanımdan çok sürecin tanımlanması daha öncelik kazanmaktadır, çünkü verilerin kümülatif kullanımı bu noktada daha geçerli olmaktadır.

Bu çerçeveden bakıldığında, “uzun dağılım/yayılma süreçleri” yaklaşımı (H. Starr, A. Most, vs), savaş riskinin sistem ya da alt-sistemler çapında tüm aktörleri etkileyebilirliğine dikkat çekerken, G. Modelski ile W.R. Thompson’un öncülük yaptığı “uzun döngüler” yaklaşımı, hegemonik savaşların sistem içersindeki döngüselliğine dikkat çekmektedir. Hangi devlet aktörleri hegemonik güç olurlarsa olsunlar, sistem içersindeki büyük aktörler arasındaki savaşların sürekliliği küresel bir nitelik kazanmakta ve bunlara “küresel savaşlar” (global wars) adı verilmektedir. (Modelski, 1978; 1983; 1987) Savaş süreci ile güç kapasite arasındaki doğrudan ilişki, küresel anlamda liderlik savaşımlarını içerdiği zaman daha uzun vadeli araçları zorunlu kılmaktadır.

Bağlaşıklıklar/kutuplaşmalar açıklaması ise, sistem içersinde devlet aktörlerinin birbirleriyle olan ilişkilerindeki gruplaşmaları ile ayrışmaları açıklama çabasındadır. Savaş teması, bu çerçevede bağlaşıklık/toplanma ya da kutuplaşma/ayrışma gerekçesi olarak sunulmakta ve “realpolitik” söylemini savaş eğilimli sistemler içersindeki devletlerin kendi aralarındaki kapasite dağılımları sorunlarıyla eşanlamlı kılmaktadır.

  1. Doran’ın “güç döngüsü” ise, küresel savaş söyleminden farklı olarak, uygarlıkların sistem içindeki hegemonya arayışlarına dair bir açıklama yapmakla yetinmektedir. Belirli ulus-devlet aktörleri, döngüsel olarak tarih içersinde uluslararası sisteme belirli aşamalarda etki yapmayı başarmışlar ve kuruluş-gelişme-zayıflama gibi evrelerle savaş gerçekliğini sistem içinde araçsallaştırma yoluna gitmişlerdir.(Midlarsky, 1996) Bu kuramsal modelin bir başka açılımı ise, J.S. Levy’ın “büyük güçler savaşları”dır; Levy, bu yaklaşımda güç farklılıklarına göre bir büyük güç ve nispeten daha alt hiyerarşide yer alan bir güç arasındaki çatışma modelini ele almakta ve süreçsel anlamda çözümlemesini, savaşların uzunluğu, sıklığı ve yol açtıkları insan kaybı ile değerlendirmektedir. (Levy, 1991)

Sonuç cümlesi…

Karl W. Deutsch’un şu ünlü cümlesini araştırmamızın sonuç bölümünde vurgulamak istiyoruz: “Savaş ortadan kaldırılmak isteniyorsa, anlaşılmalıdır; anlaşılması için de incelenmelidir.” (Wright, 1969) İnceleme aracı olarak tarih, gelecekteki süreçlerin tanımlanması için hayati bir önem taşımaktadır. Hiç kuşku yok ki, geçmiş hem yapıcı, hem de potansiyel olarak yıkıcı ayrıntıları bizlere sunmaktadır. İşte bu noktada, uluslararası ilişkiler etüdlerinde tarihin bir araştırma aracı olarak kullanımı, geçmişin yıkıcı eğilimlerini sunmak ve bunlardan yapıcı sonuçlar doğurmak amaçlarını taşımalıdır. Geleceğin doğrudan zaman ve mekânsal olarak öngörülebilirliği olanaklı değildir, ancak “bilimsel açıklamalar ışığında” olgusal olarak tahmin edilebilirliği, nedenselliğin açıklanması düzeyinde bu yapıcılığı zorunlu kılmaktadır. Bu açıdan bakıldığında, savaş olasılığının öngörülmesi, sistem içindeki temel aktörlerin daima göz önünde bulundurmaları gereken bir yöntemdir ve dolayısıyla risklerle dolu bir evrensel yaşamda siyasal aktörün, kendi çevresinde gelişen oyunun kurallarını kendi araçlarıyla belirleyebilmesinde ve yönlendirebilmesindeki başarısı, yalnızca kendi olanaklarında bağımsız olması gerçekliğinde yatmaktadır. Tarih bu risklerin yoğunlaşmasını (ister verisel ölçümlerle, ister süreç tanımlama tekniğiyle, isterse karşılaştırmalı yorumlamalarla) öngörmek ve önlemek açısından bir araç olabilir, ancak savaşın ne zaman patlak vereceği ve ne kadar sürebileceği doğrudan öngörülemez.

Prof. Dr. Erhan BÜYÜKAKINCI

Referans olarak…

Arıboğan, D. Ülke, 1998. Kabileden Küreselleşmeye: Uluslararası ilişkiler düşüncesi. Istanbul: Sarmal Yay.

Bueno de Mesquita, Bruce, 1996. “The benefits of a social scientific approach to studying intarnational affairs”, in N. Woods (derl.), Explaining International Relations since 1945. NYC, Oxford Univ. Press, ss. 49-76.

Bull, Hedley, 1977. The Anarchical Society. NYC: Columbia Univ. Press.

Buzan, Barry, 1995. “The Present as a historic turning point”, Journal of Peace Research, C. 30, no. 4, ss. 385-398.

Buzan, Barry ve Little, Richard, 2000. International systems in world history. Oxford: Oxford University Press.

Carr, Edward H., 1996. Tarih nedir? (What is History?) İstanbul: İletişim Yay.

Carr, Edward H. ve Fontana, J., 1992. Tarih yazımında nesnellik ve yanlılık.  Ankara: İmge Kitabevi.

Diehl, Paul ve Goertz, Gary, 2000. War and Peace in international rivalry. Ann Arbor: University of Michigan Press.

Elman, Colin ve Elman Miriam F., 2001. Bridges and Boundaries: Historians, Political Scientists, and the Study of international relations. Cambridge, MA: MIT Press.

Elman, Colin ve Elman Miriam F., 1997. “Diplomatic history and international relations theory: respecting difference and crossing boundaries”, International Security, C. 22, no. 1, Yaz, ss. 5-21.

Gaddis, John L., 1990. “New Conceptual Approaches to the study of American foreign relations: interdisciplinary perspectives”, Diplomatic history, C. 14, no. 3, Yaz, ss. 420-230.

Gaddis, John L., 1997. “History, theory and common ground”, International Security, C. 22, no. 1, Yaz, ss. 75-85.

Geller, Daniel ve Singer, J. David, 1998. Nations at War. Cambridge: Cambridge Univ. Press.

Gilpin, Robert, 1981/1999. War and Change in World Politics. Cambridge: Cambridge University Press.

Gilpin, Robert, 1989. “The theory of hegemonic war”, in R. Rotberg ve T. Rabb (derl.), The Origin and Prevention of Major Wars. Cambridge: Cambridge University Press.

Golthorpe, John H., 1991. “The uses of history in sociology: reflections on some recent tendencies”, British Journal of Sociology, C. 42, no. 2, Haziran, ss. 211-230.

Holsti, Kalevi J., 1996. The State, War and the State of War. Cambridge: Cambridge Univ. Press.

Holsti, Kalevi J., 1995. Peace and War: Armed conflicts and International Order 1648-1989. Cambridge: Cambridge Univ. Press.

Holsti, Kalevi J., 1985. The Dividing Discipline: Hegemony and Diversity in international theory. London: Allen&Unwin.

Holsti, Kalevi J., 1971. “Retreat from Utopia: IR Theory 1945-1970”, Canadian Journal of Political Science, C. 14, ss. 165-177.

Ingram, Edward, 1997. “The wonderland of the political scientist”, International Security, C. 22, no. 1, Yaz, ss. 53-63.

King, Gary, Keohane, R.O., ve Verba, Sidney, 1994. Designing Social Inquiry: Scientific Inference in Qualitative Research. Princeton, N.J.: Princeton Univ. Press.

Lemke, Douglas ve Kugler, Jacek, 1996. Parity and War. Ann Arbor: Univ. of Michigan Press.

Levy, Jack S., 1998. “The causes of war and the conditions of peace”, Annual Review of Political Science, no. 1, ss. 139-165.

Levy, Jack S., 1997. “Too important to leave to the other: History and Political Science in the study of international relations”, International Security, C. 22, no. 1, Yaz, ss. 22-33.

Levy, Jack S., 1991. “Long cycles, hegemonic transitions and the long peace”, in C.W. Kegley (derl.),  The Long Post-war Peace. NYC: Harper Collins, ss. 147-176.

Levy, Jack S., 1983. War in the Modern Great Power System. Lexington: Univ. of Kentucky Press.

Lustick Ian S., 1996. “History, Historiography and Political Science: Multiple historical records and the problem of selection bias”, American Political Science Review, C. 90, no. 3, Eylül, ss. 605-617.

Midlarsky, Manus I. (derl.), 1996. Handbook of War Studies.  Ann Arbor: University of Michigan Press.

Midlarsky, Manus I. (derl.), 2000. Handbook of War Studies II.  Ann Arbor: University of Michigan. Press.

Modelski, George, 1978. “The long cycle of global politics in history and the nation-state”, Comparative Studies in History and Society, C. 20, no. 2, Nisan, ss. 214-235.

Modelski, George, 1987. Long cycle in World Politics. Seattle: Univ. of Washington Press.

Modelski, George, 1983. “Long cycles of World Leadership”, in W.R. Thompson (derl.), Contending Approaches to World System Analysis.,Beverly Hills: Sage Publ., ss. 115-139.

Organski, A.F.K., 1958. World Politics. NYC: Knopf.

Organski, A.F.K. ve Kugler, Jacek, 1980. The War  Ledger. Chicago: University of Chicago Press.

Ranke, Leopold von, 1973. “On the character of historical science”, in G.C. Iggers ve K. von Moltke (derl.), The Theory and Practica of History. Indianapolis: Bobbs-Merrill..

Salomon, Kim, 1993. “What is the use of international history?”, Journal of Peace Research, C. 30, no. 4, ss. 375-389.

Schroeder, Paul W., 1997. “History and international relations theory: not use or abuse, but fit or misfit”, International Security, C. 22, no. 1, Yaz, ss. 64-74.

Singer, J. David ve Cussack, Thomas, 1981. “Periodicity, inexorability, and steersmanship in international war”, in R.L. Merritt ve B.M. Russett (derl.), From national development to global community. Boston: Allen&Unwin, ss. 404-422.

Singer, J. David, 1961. “The level-of-analysis problem in international relations”, in K. Knorr ve S. Verba (derl.), The International system: theoretical essays. Princeton: Princeton University Press, ss. 77-92.

Singer, J. David ve Small, Melvin, 1972. The Wages of War, 1816-1965. NYC: Wiley.

Singer, J. David ve Diehl, Paul (derl.), 1990. Measuring the correlates of war. Ann Arbor: University of Michigan.

Small, Melvin ve Singer, J. David, 1982. Resort to arms: international and civil wars, 1816-1980. Beverly Hills: Sage Publ.

Tammen ve diğ., 2000. Power Transitions: Strategies for the 21st century. NYC: Chatham House Publ.

Thompson, William R., 1999. Great Powers Rivalries. University of South Carolina Press.

Toynbee, Arnold, 1996. L’Histoire. Paris: Payot.

Vasquez, John A., 1997. The War Puzzle. Cambridge: Cambridge University Press.

Wallerstein, Immanuel, 1996. Historical capitalism and capitalist civilization. NYC: Verso.

Waltz, Kenneth, 1959, 2001. Man, the State and War: a theoretical analysis. NYC: Columbia Press.

Waltz, Kenneth, 1979. Theory of International Politics. Reading: Addison Wesley.

Wright, Quincy, 1969. A Study of War. Chicago: University of Chicago Press.

[1] Her ne kadar Waltz, bu kitabında, mikro düzeyi daha çok “insan davranışı” ile içselleştirmeye çalışsa da, bu analiz düzeyinin Hobbes-Machiavelli geleneğinden gelen birisi için uygun olduğunu düşünüyoruz. Savaşın realist çözümlemelerinde lider-aktörün ön plana çekilmesi çabası ve bu bağlamda özellikle diplomat-strategist karakteriyle donatılan bir siyasal kişiliğin ya da birey aktörünün rolünün incelenmesi, Sun Tzu-Clausewitz geleneklerinin çerçevesinde ele alınmalıdır. Aynı özellikleri, yine bir realist yazar olan R. Aron’da da görmekteyiz. Bu çerçevelerde lider-aktörünün tarihsel örneklerle değerlendirilmesinden çok, felsefi düzlemde ele alınması söz konusudur; dolayısıyla bireyin tekil düzlemdeki özel karakterinden çok onun değer yargılarını yansıttığı bir toplumun ve onun kurumsallaştırdığı, yetki devriyle/egemenlikle birlikte meşrulaşmış bir kurumsal aktör olarak devletin ön plana çıkması söz konusudur. Waltz’un söz konusu kitabında da, birey düzeyinin savaş temasında aktör etkinliğinin yadsınması, aslında davranışsalcı okulun çoğulcu bakış açısına olan bir tepki olarak değerlendirmeliyiz. Bu çerçevede, davranışsalcılar ve onu takip eden okulların, savaş etüdleri bağlamındaki çalışmalarında özel olarak “kişi”ye yönelik bir nedenselliği incelenmedikleri dikkatleri çekmektedir.

Check Also

Savaş ve Sanat

Savaşın Sanata yansıması  Giriş İnsanlık tarihi boyunca sürekli var olan savaşlar bir taraftan yaşatmış oldukları …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Powered by themekiller.com